26 Şubat 2011 Cumartesi

Kutlama / Festen

Daha önce DOT Tiyatrosu'nun oyunları Punk Rock ve Shopping and Fucking hakkında ne hissettiğimi dile getirmeye çalıştığım ama kelimeleri(mi)n kifayetsiz kaldığı yazılar olmuştu. O yazılarda uzun da bir girizgahım vardı DOT'la tanışmamla ilgili. Vur/Yağmala/Yeniden'den tutup Kara Tavuk'a varıncaya dek her oyununa ve oyuncusuna duyduğum hayranlığı anlattığım girizgahlardı bunlar. Derken bir gün bir müjdeli haber 'tweetlendi' ve yanlış okumuyorsam şöyle yazmaktaydı: Dot'un yeni oyunu 'Kutlama' başlıyor. Bu haberle içimde başlattıkları kutlamayı, ne ana dilim Türkçe'de ne de bugün Sheakespeare'in yaşadığı döneme göre 5 kat fazla kelimeye sahip İngilizce'de tarif etmemin imkanı yok ne yazık ki... Dogma 95 kurallarına göre Thomas Vinterberg tarafından çekilen meşhur 'Festen'i Türkiye'de istisnasız en sevdiğim tiyatro oynayacaktı. Biletler için deyim yerindeyse 'seferber' olundu ve 'Kutlama' başladı...

Oyun hiç beklenmedik- DOT'tan beklendik- vurucu, soğuğu unutturucu bir sahne ile dışarıda başladı. İçeri girdiğimizde ise Elvin Aydoğdu'nun söylediği Radiohead klasiği High and Dry'ı karşıladı bizi. Öyle bir ortam oluştu ki zaten maksimum olan beklentimiz daha da üst boyutlara ulaştı. Peki 90 dakikanın sonunda Kutlama izlediğim en vurucu oyun, en güzel oyun diyebildin mi diye soracak olursanız sanırım bunu söyleme hakkımı bir sonraki oyuna ama yine bir DOT oyununa sakladım.

'Kutlama' gibi olay bir filmi tiyatroya uyarlamak başlı başına çok çok zor iş. Ama biliyoruz ki DOT son 5 senede inanılmaz işler başardı, oynanamaz denen nice oyunları sahneye koydu. Sadece oyun ve oyuncularıyla değil bir tiyatronun kurumsallaşması adına da diğer tiyatrolara örnek olacak şekilde izlediği iletişim stratejisiyle de takdire şayan işler kotardı.

Kutlama'nın kadrosunda bulunan, isimlerini dahi yan yana gördüğümüzde heyecan duyduğumuz oyuncuların hepsini aynı sahnede görmek gerçek bir şölen. Ancak oyunculuğuyla oynadığı karaktere hayat katacak potansiyeli barındıran bazı oyuncuların sadece 2-3 cümleyle yetinmek zorunda kalmalarını görmek, hikayenin daha derinleşmesini beklediğim anda bitmesi (zorunlu nedenlerden de olsa) bir parça hayal kırıklığı yarattı.

Festen bir aile hesaplaşması. Yıllarca susulanlar, 'huzur' bozulmasın diye 3 maymun oynayan en yakınlar yani aslında hep inkar ve ihmal ettiğimiz, çok çok da uzağımızda olmayan hayatların gerçekleri var oyunda. Bu hesaplaşmayı başlatan evin büyük oğlu Cemil Büyükdöğerli, evin hırçın ve yaramaz küçük çocuğu Rıza Kocaoğlu, nefret edecek ve yediği dayakların gerçek olmasını isteyeceğimiz kadar tiksindiğimiz baba Köksal Engür hepsi gerçekten benim ayrıca belirtmeme ihtiyaçları olmayacak kadar müthişler. Ama örneğin sessiz kalmayı tercih eden anneyi oynayan İpek Bilgin, onca az repliğine rağmen oyunculuğunu konuşturan Enis Arıkan ve ablanın sevgilisi rolündeki Umut Kurt'u biraz daha izleyebilmek, meseleyi ve meselelerinin derinliğini anlamamız ve daha iyi sindirmemiz açısından çok daha faydalı olabilirdi diye düşünmeden edemiyorum. Böyle düşünen az sayıda insandan biri olduğumu ve oyunun kusursuzlukla itham edildiğinin de gayet farkındayım, benim ithamım ise biraz daha farklı olarak mükemmel değil ama 'mükemmele yakın'

Tiyatrodan soğumuş, tiyatroya ön yargılı arkadaşlarınıza yapacağınız en güzel iyiliklerden biri onları DOT oyunlarına götürmek olur zannımca. Bazı küçük eksiklikleri olsa da Festen de kesinlikle bu oyunlardan liste başı olanı. Oyunun biletleri an be an tükenmekte; artık telefonu elinize alıp tuşlara basmaya başlamalısınız bile...

*** Thomas Vinterberg elinden çıkma Festen'den (1998) birkaç vurucu sahneyi buradan izleyebilirsiniz

13 Şubat 2011 Pazar

Aşka inanma, aşk filmsiz de kalma...

Doğruya doğru: Son yıllarda '...ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar' türevi cümleler tarih oldu. Amerikan klasiği 'romantik komediler' bile şekil değiştirdi. Daha doğrusu olayların sırası değişti. Artık oyuncular önce yatakta alıyorlar soluğu, sonrasında kiminde tadından yenmez bir aşk hikayesi, kimindeyse 'yaptık oldu' (!) zorlama aşk hikayesi eşlik ediyor seyirciye. Ama istisnasız herkes hala film gibi aşklar duymak, yaşamak istiyor o yüzden de aşk filmlerine gözü kapalı gidiyor -ben dahil -kocaman bir kitle.

Teoman'ın kliplerinin fark edilir ve fark yaratan yönetmeni olarak hatırlayabileceğimiz Ömer Faruk Sorak elinden çıkma, Mehmet Günsur ve Belçim Bilgin'den doğma film Aşk Tesadüfleri Sever' vizyona gireli az bir süre olmasına karşın çok beğenildi, konuşuldu. İster istemez beklentiler büyüdü, oynamış olsun, oynayamamış olsun:) Mehmet Günsur'u beyaz perdede izleyecek olmanın getirdiği motivasyonla da ikinci gün bilet alındı. Sonuç ne mi oldu: Aşk Tesadüfleri Sever ne yazık ki 'hayal kırıklığına' bilet aldığımız filmlerden oldu.

Aşk Tesadüfleri Sever'in sorunu tesadüfleri fazlaca sevmesi... Belki daha başka bir biçimde anlatılsa göze batmayacak olan tesadüf silsilesi filmde sinir bozucu boyutta. Bunun dışında çoğu aşk filminin düştüğü hata: Son derece kusursuz ve iyi ''esas kadın''; son derece kusursuz ve iyi ''esas adam'', ve hatta son derece kusursuz ve iyi ''diğer adam''ı barındırması. Masalsı hikayeye lafım yok ancak bir arkadaşımın da çok güzel belirttiği gibi beni 'aptal' yerine koyan filmlere de hikayeye de itirazım var. Çocukluk aşkını unutamayan herkes o döneme, aşık olduğu kişiye ait bir şeyi saklamıştır elbet ancak neredeyse daha dün alınmış gibi yerinde duran 'hazine kutusu' o kadar 'ben filmim' diye bağırmaktaydı ki. Filmin başında 2 dakikalık bir sahnesi olan Ayşe Arman ise adeta 'acaba şu an güzel görünüyor muyum?' demiş, kamera yerine aynaya bakmayı tercih etmiş. Ayşe Arman'ın oyunculuk iddiasının olmadığının gayet bilincindeyim ancak göründüğü 2 dakikalık sahnede film izlediğimizi unutturabilir, biraz daha doğal görünebilirdi. Bu ve bunun gibi birçok şey filmden soğumama neden oldu diyebilirim. Artıları hiç mi yoktu? diye soracak olursanız da çok rahat güzel şarkıları ve müthiş görüntü yönetmenliğini sayabilirim. Özellikle birkaç ay önce keşfettiğim TNK, Redd, Teoman, Şebnem Ferah şarkıları filmi güzelleştiren yegane şeylerden olmuş. Ama tüm bunlar yine de günü de filmi de kurtarmaya yetmemiş.

Aşk imkansız mı? Asla. 24 saatte de birine aşık olabilir misin? Pek tabii...Aşka hala inanıyor muyum? Tüm kalbimle. Güzel bir aşk filmi için sinemaya gidilir mi? Filmin adı 'Başka Dilde Aşk' oldukça ona da 'tabii'...

1 Şubat 2011 Salı

‘Biutiful’

Bazı yönetmenler var… Sadık sinema izleyicisinin konusunu okumadan, oyuncularına bile bakmadan filmlerini tercih ettiği yönetmenler bunlar. Bir tanesinin adı: Inarritu. Bir de bazı oyuncular var… İsmi geçtiğinde sinemadan anlayan-anlamayan herkesin önünde şapka çıkardığı, en az bir filmini bildiği, izlediği. Bunlardan birinin adı da: Javier Bardem. İşte bu sene bu ikili sinemaya bir ‘Biutiful’ armağan etti.

‘Biutiful’ Barselona’nın arka sokaklarında geçen karanlık bir film. Kaçak çalışan göçmenlere, parçalanan ailelere, yoksulluğa ve yoksunluğa dair parçaları en acılı tarafından ikram eden, ve tüm bu ‘acısına’ rağmen gayet lezzetli bir film.

Javier Bardem’in canlandırdığı Uxbal bir sürü şey aslında, ama hepsinden her şeyden öte ‘merhametli bir baba’. Çocukları için hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan, yaşamayı bile sadece onlar için isteyecek kadar düşünceli, manik depresif karısını hala sevecek kadar ‘aşık’, metroya dahi kaçak binecek kadar tutumlu, tüm biriktirdiği parasını çocuklarına harcayacak kadar yufka yürekli ama tüm bunları yaparken aldığı kararların bedelini ödeyemeyecek kadar korkak. Yani aslında herkes gibi. Film Uxbal’ın ekseninde geçse de; kaçak göçmenlerin, umudu başka yerlerde arayanların değişmeyen, evrensel hikayesine değiniyor Inaritu. Her birinin hikayesi ayrı ayrı önemli, her birinin hikayesi ayrı dağıtıcı. İşin güzel tarafı Inaritu sinemasını sinema salonlarında mendil kullanımında artış sağlamak için yapmıyor. He ticari kaygılarının olmadığını öne sürecek kadar Pollyanna değilim ne yazık ki ama Inarritu filmlerinde sömürülen duygular yok, sadece gerçekler var…

Biliyorum Javier Bardem’in oyunculuğu hakkında herkes çok şey söyledi, ama filmi izledikten sonra gönül rahatlığıyla söylüyorum ki ‘az bile söyledi’. Ben şu satırları yazar, siz okurken onun evde ‘And i would love to thank …’ ile başlayan Oscar konuşmasının son rötuşlarını yaptığına nerdeyse kalıbımı basarım. Bardem filmdeki performansıyla koltuğa çiviliyor, her anlamda 'gözleri dolduruyor', kısacası hayran bırakıyor. ‘Her zamanki gibi müthiş oynuyor’ demek Biutiful’daki performansına haksızlık olur kanımca çünkü Javier Bardem Biutiful’da müthiş değil ‘kusursuz’ oynuyor.

Biutiful vizyondan hiç kalkmayacak film. Umarım vizyonumuzdan da kalkmaz. Ve umarım vizyonumuz, ilkemiz, misyonumuz yalandan dayatılan şirket değerleri değil Biutiful’un gösterdikleriyle ilgili bir şeyler yapmak olur.

22 Ocak 2011 Cumartesi

Hem Sihirdir Hem Keramet Yakındoğu'da İhanet

Bundan 5 sene öncesi... 33 metrekarelik bir evdeyiz. Çok sevdiğim bir adam çok sevdiğim sesiyle bir hikaye okuyor bana. Daha önce hep telefondan dinlemek nasip olmuştu onu, bu sefer ne mutludur ki aramıza giren bir cızırtı yok...

O, hikayeyi okurken- hatta yaşarken- 'İçimde bıçaklar çeviriliyor, yaşamaya dair başarısızlığım beni çok yaralıyor' gibi nice cümleler dökülüyor ağzından. İşte o zaman tanıştım ben Özen Yula'yla. Sonra da bir yazarı seven her insanın yapacağı şeyleri yaptım; kitaplarını aldım, okudum, oyunlarını izledim.

O hikayeyi bana okuyan adamsa Özen Yula'nın Yakındoğu'da İhanet'i ile seyirci karşısına çıkıyor her Perşembe Galataperform'da. Yine neredeyse 100 yıldır tanıdığım ve çok sevdiğim bir kadınla beraber kurdukları 'biriken' elinden çıkıyor bu 'ihanet.'

Dikkat bu bir uyarı kaydıdır: Oyun hakkında yazan oynayanın yakın arkadaşıdır o yüzden şimdiki satırlarım çok objektif olamayabilir ama sahi kime göre, neye göre şu kullanmayı pek sevdiğimiz objektiflik? İşte Yakındoğu'da İhanet de bunu söylüyor, soruyor sorguluyor. Ne kadar çok gereksiz kelimelerden ibaretiz hepimiz ve ne kadar çok 'tanım'a 'tanımlama'ya 'etiketleme'ye gerek duyuyoruz şu hayatta. Halbuki sadece 300 kelime. 300 kelime yeter hepimize...

'Hepimiz sayılardan ibaretiz' diyor sonra, hiç aklınıza gelmiş miydi? İlkokulda kırılan bir cam ve 'numara' sayısına göre sınıfa dizilen öğrenciler var oyunda. Hepimiz sahiden de numaralardan ibaretiz. Hayat boyu öğretmenlerin, okulların, maaş bordrolarının, Türkiye Cumhuriyeti'nin belirlediği sayılardan ibaretiz.

İnsanların birbirine inanmadan söylediği samimiyetsiz samimi laflar var bir de, intihar etmek üzere olanlara edilen 'Derdin neyse çaresi bulunur' 'Derdini anlatmayan derman bulamaz'dan tutun da 'Oraya geleceğiz ve sana yardım edeceğiz'ine kadar edilen büyük laflar. Hayatımız boyunca duyduğumuz büyük lafları getiriyor akla 'Seni seviyorum' 'Artık hep yanındayım' gibi iyi niyetle kurulmuş ama sonradan büyüklüğü altında ezilinmiş cümleler. Ne tesadüf ki oyunu bir kez daha izlerken bu büyük cümlelerden nasibini almış bir arkadaşım eşlik etmekteydi bana.

Yakındoğu'da İhanet, Okan Urun ve Melis Tezkan'ın kurduğu disiplinler arası topluluk biriken tarafından sergilenmekte ve oyun metnini dinlerken tüm duyguları size geçiren Okan Urun seyirciyi rahatlatarak rahatsız etmekte. Bunun dışında kullanılan video görüntüleri oyuna son derece hizmet etmekte dersem sanırım abartmış olmam. İzlemek isteyenler için: Yakındoğu'da ihanet Galataperform'da. Gerçekten de hem sihirdir hem keramet Yakındoğu'da İhanet.

16 Ocak 2011 Pazar

Eyvah Eyvah yine geldi...

21. yüzyılın ilk 10 yılını geride bıraktık ama hala daha bir sinema filminin ya da tiyatronun PR'ının, reklamının vb yapılmasından rahatsız oluyoruz. Oysa ki en 'bağımsız' filmler bile birilerine ulaşmak için çekiliyor, en 'marjinal(!)' oyunlar birileri izlesin diye sergileniyor. Ulaşılmak istenen ister 10 kişi ister 1 milyon kişi olsun bunun 'duyurulmasının' elzem olduğu fikrinde birleşebiliriz sanırım.

Yanlış anlaşılmasın: Keşfedil(e)memiş, medya tarafından 'kaale alınmamış' bir sürü proje, oyun, film vb bulunduğunu söylemek boynumun borcudur her zaman, hatta bundan şikayet edenlerin haklı serzenişlerini her zaman dile getirdim / getiririm ancak 'eğlence dünyasının' da tıpkı inşaat, kozmetik, FMCG gibi bir sektör olduğunu kabullenme ve bu sektörle ilgili pazarlama çalışmalarına başlama zamanı geldi de geçiyor bile.

Bu konu nereden çıktı diyecek olursanız; Eyvah Eyvah'ın devam filmi için beyan edilen 'Eyvah Eyvah 2 her yerde', 'Aman bıktık off amma reklamını yaptılar şu filmin', 'Reklamı yapılmasa bu kadar tutmazdı' cümleleri neden oldu bu yazıya. Çünkü PR'ının iyi yapılması, filmin arkasında tecrübeli, oturmuş bir ekibin olması ya da şöyle söyleyeyim 'kurumsallaşmış' bir BKM olması bana kalırsa eksi değil kocaman bir 'artı'.

Eyvah Eyvah 2, küfre başvurmadan güldürebilen, bazı sahnelerde gülmekten koltuktan düşüren, Bozcaada, Geyikli manzaralarıyla insanı kendinden geçiren, senaryosundaki eksikliklere rağmen sıcacık hikayesiyle koltuğa çivileyen, harika müzikleriyle sizi başka diyarlara götüren adeta bir 'terapi' filmi. Filmde eksiklikler, cevaplanamayan sorular olduğu doğru ancak filmin 'güldürmek' vazifesini başarıyla tamamlaması nedeniyle pek takılınacak gibi değil. Reklamda göründüğü gibi çıkmadığı için alanın parasını boşa çıkaran bir bulaşık yahut çamaşır makinesi gibi hiç değil. Türk sinemasının son yıllarda çıkardığı fazlasıyla 'eli yüzü düzgün' filmlerden biri olmayı başarmış, bahsi geçtiğinde her sofrada gülümsenerek hatırlanacak bir tatlı huzur filmi Eyvah Eyvah 2. Türk filmi sevmiyorsanız, komedi tercih etmiyorsanız, filmin oyuncularını beğenmiyorsanız bir şey demek de benim üstüme vazife değil ancak belirtmeden geçemeyeceğim: Sadece ve sadece büyük üstad 'Salih Kalyon'u izlemek için bile Eyvah Eyvah 2'ye gidilir.